TALİHİN KISMÎ ANATOMİSİ: KERİM’in KAHVEHANE GÜNCESİ ve HER ŞEYDEN BİRAZ ÇAYI


‘’ölüyoruz demek ki yaşanılacak…’’
İsmet Özel

 

Sıradan bir eşya, silik bir görüntüydüm. Birini öldürmeli yahut çocuk doğurmalıydım. ‘’Burdayım, buradayım, burada!’’ diye bağırıp pazarlarda, otogarlarda yahut kent meydanlarında gözyaşları içinde koştururken geçmekte olan herhangi birine sarılacağım günlerin yaklaştığını hissediyor, korkuyordum. Üstelik bu sarılacağım bir insan değil, eşya bile olabilirdi.

*

‘’İş ve İşçi Bulma Kurumu mu ulan Allah!?’’ cümlesiyle tamamen uyandım Salih’in. Başımı tam kaldırmadan yana çeviriyorum. Galatasaray Başkanı Ünal Aysal taraftara çilek sözü vermiş. Atletim sırılsıklam. Önümde Fotomaç. ‘’Bu karda kıyamette Allah işsizlerin ve evsizlerin yardımcısı olsunmuş.’’ İçim geçmiş, uyumuşum. Sobanın şu samimi ve saldırgan sıcaklığı mayıştırıyor hep beni. Şu Mart da gitse. ‘’İşleri güçleri yalan, yurdunu siktiğim düzenbazları!’’ Kışın başından beri işsizim. İşsizlik ve uykusuzluk kardeştir diye bağırmak istiyorum. Beylik ifadeler oldum olası beni cezp eder. Biri çay ısmarlasa da içsem. Beleşe içmesine içerim de, birisi ısmarlamak istediğinde daha bir tatlı geliyor şu çay. Kış uykusuzluğu. Amma dalmışım. Kollarımı masada kavuşturup, kafamı da üstüne bırakmışım. Ne kadar böyle uykudayım acaba? ‘’Allah TOKİ mi? Diğ mi Salih?’’ diyor sahibini çıkaramadığım bir ses. Beynim bu ilk uyanış vakitleri tam randımanlı çalışmıyor. Kafamı kaldırıyor, gözlerimi kırpıştırıyorum. Hunharca gülüyorlar; karınlarını tuta tuta hepsi ve tükrükler saça saça. Salih fikrî onaylanmanın ve artan gülüşmelerin etkisiyle kadim gazagelenkişi piyesini oynayarak haksızmıyımhe-haksızmıyımhe-değilimdiğmi-değilimtabii diyerek bakıyor tek tek denkleştiği her bir göz bebeğine. Sonra bende durarak ‘’Haksız mıyım be Kerim sen söyle he? Hayır, herif yardım etme kudretindeyse bile olmuyor işte birader yardımcı zorla mı?’’

Üçüncü sayfası açık kalmış bir başka gazete. Sevgilisinin-nikâhsız-eşi-tarafından-bıçaklanarak-öldürülen-Gürcü-kökenli-kuyumcu. Takılıyor bu tamlamaya gözlerim. Çözmeye çalışıyorum. Bir sinsilik var ama ne? Nikahsız yazdığına göre, resmi değil imam. Veya dost hayatı veya açık ilişki, bilemem, tek bildiğim ilişkinin devlet nezdinde tanınmamış oluşu. Bu cepte. Maktulün Gürcülüğünün buradaki rolü ne, onu çıkaramıyorum ama. Yani anlamadığım şu öldürülen kişi yerli olunca öldürülen Türk diyor muyuz, demiyoruz. Öldürülen kuyumcu yerli olunca falanca ilçedeki Türk kuyumcu diyor muyuz, onu da demiyoruz. Sadece öldürülende değil, öldürende de böyle hangi milletten olduğunu belirtmiyoruz. Peki, ne demeye burada adamın Gürcü olduğunu belirtmiş gazete..? Bu ülke insanları güzel ve temiz de, göçmüş gelenler mi kirli demek istiyor..? Tehlikeli gazeteler. Sinsi gazeteler. Tüm dünya ağrısından kurtulacakmışım hani bunu kavrasam.

‘’Allah bir Keynes bir. Bak yine gitti bu?’’ Tam Gürcülü haberin şifresini çözdüm derken, tamlamanın sırrına vakıf olamıyorum, bir el lap diye konuveriyor çünki önüme. Sevgilisinin nikahsız eşi tarafından bıçaklanarak öldürülen Gürcü kuyumcu gidiyor, tartıştığı karısını balkondan atan adam ile bu tamlamadaki mağdur ve failin birbirlerine sarılı fotoğrafları kalıyor salınarak gözümün önünde. ‘’Hipnoz, uyan kardeş, uçtun sen yine. Rengin soldu. Kötü bir şeyin yok ha, iyisin ya.’’ Sanırım benimle konuşuyorlar. Salih taktı bu lakabı bana. Hepimizin var, bir senin yok, olmaz bulmalıyız, dedi. Buldu. Koşarak girdi kahveye bir gün – Hipnoz- dedi -Hipnoz Kerim.- ‘’Konuşsana, kardeş, dilini mi yuttun, karabasan mı değdi, gülümse geçer. Gülümse biraz, bak bana.’’ Maymunluk ediyor, gözleri, yanakları ve dişleri hemhal oluyor. Önce alnıma, sonra sırtıma değiyor eli. ‘’Oh-ho, sırılsıklam olmuş bu. Kalk üstünü değiştiriyoruz kalk.’’ Kahvehanenin dibine doğru bir paravan var; onun ardında da gündüz kumarcılar ve gece uyku için yer. Salih kahvehanenin sahibi. Orayı bana tahsis etti. Usulca oraya geçiyoruz. ‘’Ön gözde mi, arka gözde yoksa orta gözde mi Kerimim?’’ diyor Salih. İki bavulum var, biri siyah biri gri. Siyahlarda kitaplar ve donlar. Gride giysiler ve kitaplar. ‘’Yoksa hiç temiz atletin yok mu?’’

Birileri okey oynuyor. Taş sesleri düşüyor duvardan. Birileri bilardo oynuyor. 9 numaralı mavi top yapmaması gereken bir şeyi yapıyor ve siyah topa erkenden değiyor. Böyle olmaması gereken olunca bir küfür kulağımı sıyırıyor. Eğiliyorum. Küfür, duvar saatine isabet ediyor. ‘’Bir şeyim yok, ağbi’’ diyorum ‘’İyiyim. İçim geçmiş sadece. Kahvaltısızım. Açım. Bir rüya gördüm, aklım orda kaldı, bir şeyler yesem geçer.’’ Sana da rüyalarına da, turp gibiydin sabahleyin daha, gündüz gündüz ne rüyalanması, gene hangi cıbırı gördün de, hay allah türünden tatlı tatlı söylene söylene ıslak olan atletimi çıkardı yenisini giydirdi Salih. Sağ olsun, bana iyi davranıyor, merhameti bol. Sanırım bende rahmetli kardeşini hatırlıyor. Hiç anlatmıyor, anladığım kadarıyla büyük kavga etmişler. Pişman ve hüzünlü. Doğruluyorum. Küfür saatin yelkovanının ucuna saplanmış ha babam dönüyor.

*

Bir şey yapmalı, bu akışı tersine çevirmeliydim. Korku bende tuhaf bir ikiliğe yol açıyordu. Gitikçe benleşen bir ikilik. Bir kürsüye çıkmalıydım. ‘’Görmüyor musunuz, şurdayım. İşte şurada.’’ Yok oluyordum ve bu duruma hareketsiz kalarak ölü taklidi yapmaktan başka bir çare bilmiyordum.

*

‘’Ne istedin ulan bütün sayfadan. Sikip atmışsın resmen. Boya kitabı mı oğlum bu?’’ Elinde tuttuğu kitaba bakarak bana giydiriyordu Salih. ‘’Vay, vay! Fiyakalı lafmış, değer ama doğrusu. ‘Beni en çok suçtan arınmışlığım tedirgin ediyor.’ Vay! Kim ulan bu herif? Gerisi nasıl geliyor merak ettim şimdi…’’ Kitabı avcunda katlıyor; birkaç kelime fayansa düşüyor, bir süre yere paralel gidiyor bir iki cümle. Usta bir tiyatro oyuncusu gibi oyunu buradan devralıp tiradımı yüzyıla kazımam gerekiyormuşçasına iştahla gözlerini gözlerime dikti Salih. Onu yanıtlamalı ve karaladığım tüm cümleleri ezberden birbiri ardına coşkuyla okumalıydım sanki. Yapamadım.

O güzelim cümleleri okuyamadı, içinde kaldı; ben gözlerinden bunu okudum, yanıtlayamadım içime oturdu. ‘’Konuşulacak zamanda konuşmuyorsun be kardeş. Ayarsızsın. Başka vakit olsa yakınırsın: Medeniyet dediğin ruhunu okeye satmış tek dişi karbonatlı çayın içinde salınan bir ihtiyar. Peh, iptalsin amk. İptal. Kaldır götünü bir şeyler ye de iki oyun atalım. Taşlar öyle tatlı sesleniyorlar ki canım çekti. Şu yeşil dokuzun sesi, dinle bak, atma diyor beni, araya girerim. Üzülürsün. Bak şu da siyah birlinin sesi, nasıl da isteksiz nasıl da cılız ve nasıl da kendinden emin, –hay amk diyor ne vardı şu son balyaya giricek, kimse sevimiycek beni gördüğüne, yine aynı terane, bitse de biri gitsek.– Ha-ha.’’ Kafamı sallıyorum. Kolona sabitlenmiş boy aynasında sararmış yüzümü görüyorum. Kirlenmiş sakallarım, yün atlet ve yağlanmış saçlarım. Kendi kendime Bi ağzımda sigara eksik, diyorum. Gülesim geliyor. Her şeyim tamam.

‘’Ben ön tarafa geçiyorum. Şu kitabı da alıyorum. En çok suçtan arınmışlığı tedirgin ediyor he. Vay. Vay ki ne vay.’’ Kimi cümlelerin altı çizilir, kimi cümlelerinse sağı solu yanı yöresi aşağısı yukarısı ötesi berisi. Bu o cümlelerden biri. Romanın başında yer alması kitaba hacim açısından ziyan dedirtse de, aslında uzun şehirlerarası bir yolculuğun cam kenarı tadında olduğuna dair mütevazı şık bir emare. İlk okuduğumda Oğlum Kerim demiştim kendime Al sana ehil, al sana tarik, buyur geç. ‘’Sigaraları söndürün beyler, uygulama var.’’ Duman oturmuş okeye dönüyor da insanlar üfleniyor sanki. Sinüzitim azdı yine. Başım ağrıyor. Ne vardı şunu dışarıda içseler. ‘’Kerim, kardeş, arka camı aç!’’ Açayım açmasına da, cereyanda kalacağım, sonra niye sık hasta oluyorum, olurum tabii, bünyem zayıf, sinüzitim var benim, neydi şu otun adı, körek mi çörek mi yoksa, burnundan alıyorsun, aman fazla değil ha ölçüyü kaçırma ölürsün mölürsün alimallah, çaresi bir tek ölüme yok şu meredin, kararında, çekiyorsun, üç gün bilemedin beş gün kan sümük gözyaşı acı keder ne varsa atıveriyor burnundan bu, öldüm diyorsun, yandım bittim ben, bir haftaya kalmaz toplayıveriyorsun sonra, ilaç milaç yalan vallaha. Şifa bu şifa. Neydi bu otun adı..
‘’Hangi otun, oğlum.’’
‘’Salih düşüncelerimi de mi okuyorsun yoksa? Hiç mi özelim kalmadı?’’ Gözlerimi belerterek korkuyla bakıyorum.

‘’Ne geveliyorsun yahu kendi kendine. Güpegündüz sinirlerimi bozma benim. Bir iki su çarp yüzüne, kımıldan; çay koydum, nefis. Tomurcuk kattım; tarçın ve karanfil. Peynir simit bir şeyler aldım gel. Seversin sen, biraz da kürt böreği. Sıcacık, pudralı. Hadi, aslanım.’’ Dediklerinin ortasında sesi alçalıyor Salih’in, göz kırpıyor. Duvardaki –içmediğimiz çayı içirtmeyiz- yazısını gösteriyor,  gülümsüyorum. Sanırım kendime geliyorum. Önce sola, sonra sağa geriniyorum. Rüzgar koşarak çıkıyor o esnada. Kesin belime vurmuştur, ertesi güne çıkar ağrısı. Gasteler uçuşuyor, pencere salınıyor. Ünlülere Gözaltı Şoku. İstanbul Narkotik Büro Amirliği’nce düzenl.. ‘’Gene neye daldın, Kerim, hayrola.’’ Okay Hoca’nın şen sesi. Dudaklarımı kıpırdatmadan gözlerimle dalından ayrılmış yerdeki gaste kağıdını anlatıyorum. ‘’Kime n’olmuş yine? Aman beni bulaştırma oğlum. Domino taşlarını almaya geldim. Tövbeliyim gastelere. Aldım, gidiyorum.’’ Hakikaten hiçbir zaman ne gazete okuduğunu ne de bulmaca çözdüğünü gördüm. Onun gazetelere tövbeli oluşuna dair her ağızdan ayrı bir hikaye çıkıyor. Yakında hakikisini öğreneceğim.

*

Eskiden olmamaya çalışırdım; şimdiyse –bu ruhumu yakıyor ama- olmaya. Yok olmayı arzulamak için güçlü bir görünürlükhevesiyleatılantaklalar tiksintisi, var olabilmeyi arzulamak için müthiş bir öyleyseyokum korkusu. Eskiden konuşmaya hevesliydim, çünkü konuşa konuşa biteceğimi düşünürdüm. Bir gün durdum baktım: Bitmiyordum. Kanser hücresiydim. Ve kimsenin kimseyi dinlemeye tahammülü yok vakitlerdi. Bu yüzden sustum. Susmayı denedim. Nereye kadar böyle gidecek bilmiyorum fakat, yedi aydır suskunum. Gündelik sıradan cümleler dışında pek konuşmam, kanaat belirtmem. Tuhaf… Sustukça, dinlemeye-tahammülü-olmıyan-ırkımın bir şeyler söylemem için beni çimdiklediğini gördüm, ağladım. Yazık dedim şu uzunluksuz ömürde denk geldiğim iklimi sikeyim. Zavallı kendim.

*

‘’Amk, bir kitap okudum hayatım değişti. Salih abi bir çay!” diyip elinde gaste sinirle kahveye girdi Sosyete. ”Bittim ben abi, bittim.” Taş çekmek üzereydim ki, gasteyi fırlattı, ortadaki balya dağılıverdi. Allah belanı versin! Okeye dönüyordum. Şu yaptığına bak. Bir okey henüz çıkmamış ve son taşlardı. Puşt herif! Bitmişmiş. Bit tabii amk, ben bitemedim, sen bit! Bak şu yaptığına. Çekicektim belki. Bak ya. Bu tür özensizliklere tahammülüm yoktur: Katil olabilirim. Çünkü okey orada kırmızı sekiz olarak ters dönmüş parlıyordu. Dişlerimi sıktım. Ulan senin ananı avradını gelmişini geçmişini. Susma orucuma biraz ara verdim: ‘’Sekiz yüz’’ dedim ‘’vurma ihtimalimi’’ dedim ‘’elimden aldığının’’ dedim ‘’farkındasın diğ mi, Sosyete?’’ Çaydan bir yudum almak için uzanıyorum. Taş Çaldı Öld-. Gasteyi düzeltiyor farkında olmadan seslice okuyorum. –ürdüm Çalmasaydı. Edirne’nin Keşan ilçesi’nde kahvede okey oynarken taş çalınıyor harama el atılıyor iddiasıyla Matematik öğretmeni Tezcan O., biri öğretmen iki arkadaşını ve ayırmak istiyen kahveciyi bıçaklıyarak öldürdü. Polisteki ifadesinde adam gibi oynasalardı-çalmasalardı-pişman-değilim dedi. Bir muhabirin peki kahvecinin günahı neydi üzgün müsünüz sorusunu da – olur öyle bazen atlamasaydı üzgün değilim- diye yanıtladı.’’ Şaka mı bu? Yoksa kabus? Biri geliyor oyunumu dağıtıyor, yetersizlik, tatminsizlik ve umutsuzluklarla örülü şu hayatımdaki yegane başarım olabilecek okey birinciliği fırsatımı elimden alıyor ve masaya fırlattığı gasteden bir kahvehane cinayeti haberi çıkıyor. Oldu olacak Bülent Ortaçgil şu arka masadan elinde gitarıyla fırlayıp Küçük Şeyler şarkısını söyleyiversin. Sanırım kendimi küçümsüyorum; sahiden dünya bir sahne, ben başrol.

Bu kadarı da fazla, kalkıp yüzümü yıkamaya gidiyorum.
‘’Boşver zaten ceketti Kerim. Ama azıcık dikkat yahu azıcık. Umarım derdin barometreyi patlatıcak kadar kaydadeğerdir ama.’’ diyen Salih ve ‘’Sorma ağbi sorma ne barometresi bu şehri uçurur vallahi o derece. Hay aklımı sikeyim.’’ diyen Sosyete’nin ağlamaklı sesi geliyor kulağıma. Geri dönüyorum, altı üstü bir oyun diyorum, sakinledim. İçe akan gözyaşlarının sarstığı sözcüklerin yaydığı ve bu mekân tarihinde nerdeyse hiç rastlanılmamış farklı ritmi algılayan koz maça diyenler, bitere gidenler ve iflah olmaz ceketler ve kupa kızı ve sinek papazı olarak dönüverdik hızla hepimiz Sosyete’ye, doğru-düzgün-anlatıver-şunu-baştan. Herkese çay! Heyecanlıydık. Hüüüp. ‘’Düşündüm ki tüm stresim, derdim.. Geçimimi ondan sağlıyordum tamam.. Dertlerime deva.. Hani dedim aslında tüm yük.. Ben onun için yaşıyordum.’’ gibi eksik belirsiz konuşuyordu Sosyete. Sabırlıydık, beklerdik, zaten beklemekten başka neydi ki yaptığımız. Hüüüp. Birden ‘’İki gram huzur umuduyla sattım gitti köfte arabasını. Ha şunun yüzünden.’’ diyiverip koyverdi gözyaşlarını ve yumruğunu masada bir kitabın üstüne. Ters duruyordu, sesli okudum, fer-ra-ri-si-ni   sa-tan   bil-ge.

Hassiktirsin lan ordan satılır mı hiç Ferrari dedi bir genç Ferrari oğlum bu boru mu? Satılmaz ya-Sene 1940-Koredeyiz diye onayladı ihtiyarlardan birisi. Fikrî yalnızlığı aşmanın ve onaylanmanın sevinciyle, genç ve ihtiyarın, ikisinin de gözleri ışıldamış sigara tutuşturmuşlardı birbirlerine. ‘’Buradan yak yiğenim. Yok olmaz dayıcığım buradan. Yav burdan.’’ Bir yandan ağlayan sosyete, bir yandan bu sigaratutuşturucular ve bir yandan gözüme planlıca iliştirildiklerini düşündüğüm şu gaste haberleri: Allahım sana geliyorum, ne işim var burada, sanırım çıldırıyorum. Bu ne güzel bir gün! ‘’E diyorum Koredeydiniz, sonra? Kahvehane kahvehane değil, tımarhane arkadaş.’’ Kalkıp, kapıya yürüyorum.

Güneşli, ılık bir hava. Sabah soğuktu. Salaklık bende. Bir ağacın gövdesine yaslan, suya bak. Biraz yürü biraz koş. Ne yeni bir kitap okuduğun ne yeni bir bir müzik duyduğun var. İçine hapsolmuş; kendini iskambil kâğıtlarına, kendini sahte okeylere bırakmışsın. Üç aydır bu kahvede yaşıyorsun. Bir gözün gülüyor, bir gözün ağlıyor. Neyi bekliyorsun? Aynalara bakmıyor değilsin; bitiksin. Kendimi nakavt ediyordum ki durdum. O geçiyor çünki, Mihrap. Bir aydır görüyorum. O da beni fark etmiş midir acaba? Bir iki baktığı oldu ama… Hoş, fark etse n’olucak, kahveden birisin işte. Sakalımı sıvazlıyorum, kendimi hazır hissetmiyorum. Nabzım hızlanıyor. Bakcak mı? Bakcak da görcek mi, görcek de ne hissetcek; istiycek mi? Sigara. Bir sigara olsa keşke. Yine içerdim. Kendime olan güvenim azalıyor. Yere bakmıyor, başı dik öylece yürüyor. Kıyafeti bedenini sarıyor. Mihrap diye seslenesim geliyor. Hiç bu yana dönmedi. Mihrap, nasılsın? İyi olmana sevindim. Ben mi? Nasıl olayım ben de iyiyim işte, akşama yemeğe karo dokuzlu haşladım. Salih abi de sinek sote yapıcak, aman maça sote, (güleriz) of aman tavuk sote işte yahu (içinden ne kadar tatlı şu Kerim der öyle içli bakar bana)

‘’Yazma oğlum, okumuyor işte.’’ diyor Salih gülerek, eliyle omzumu sıkıyor. ‘’Osmanlı Tarihi sanki içine düştün. Ayıl bir.’’ Osmanlı tarihi mi bilmem fakat dünya tarihi olduğu kesin, konusu da aşk. Bakarken yakalanmış olmanın verdiği utançla bir iki kekeliyor ‘’Ayakkabısına bakıyordum Salih,  markasına. Baksana yahu ne güzel diğ mi, nasıl da belli ediyor kendini. Hele şu ayakkabıyı yan tarafından aşağıya doğru kesen üç beyaz çizginin turuncuyla olan uyumu müthiş.’’ diyorum. Salih bu; yer mi? Yemez. Kimse yemez. Allahtan Salih yakalıyor beni. Başkası olsa pezevenge bak diyecek nasıl da kesti yedi bitirdi kızı ırz düşmanı diyecek bunlar yüzünden bacılarımız kızlarımız diyecek. Ama Salih demez. Halden anlar.

Ben öyle biçare bakarken birisi de beni görmüş izlemiş midir acaba? İzlemiştir tabii salak, sen öylelerini izlemedin mi? İzledin. Dalga geçmedin mi? Geçtin. İlahi adalet işte. Hayır, kıza bakmıyorum desen, ne demek bakmıyorum seninki kalkmıyor mu derler. İki ucu boklu değnek, ona ne cevap vericeksin şimdi. Geçmişimde kimsenin arzularıyla dalga geçmemeliydim. Bana öyle geliyor ki, insan dediğin hayatının bir dönemini bir başka döneminin utancıyla geçiriyor istisnasız. ‘’Hipnoz, uyan oğlum. Hadi biraz yürüyelim. Kaçırmıyalım şu havayı, iyi gelir. Sosyete, kardeş, kes şu ağlamayı da, tezgâhın başına geç, dükkan sana emanet. Çayları tazeledim ben. Bi saate döneriz. Kırk elli lira var kasada. Selametle.’’ Askılıktaki paltosuna uzandı, cebini yokladı, tespihini alıp yola zıpladı. Çıkarken içerdekilere biraz çay için lan siz de kıyıverin paranıza emeğimize değsin diye takılmayı da ihmal etmedi. Sahile indik. Bir çay bahçesinde oturduk. Garsona masayı toplamasını söyledik. Tıkabasa dolu iki küllük, çitlenmiş çekirdekler, boş kola şişeleri, türk silahlı kuvvetleri masaya el koymuş sanırsınız. Ve tabii ki malum gasteler. Elimi yüzüme çarpıyorum, parmak aralıklarımdan okumadan edemiyorum ama. Taksiyle geçtiği boğaz köprüsünden çırılçıplak soyunup aşağı atlıyan ünlü ya. Gasteyi orasından el yordamı kesmişler. Arkada değerli bir fotoğraf  ya da bir yazı olmalı. Yahut da sakızını oraya buraya yapışmasın diye kağıda tıkıştırdı herif. Bir sineği öldürüp na’şını gasteyle sardı belki de. Güldü Salih. ‘’Ulan’’ dedi ‘’tüm gün çayın içindeyiz zaten. Geldiğimiz yere bak. Bizdeki de akıl. Hiç ses etmiyorsun sen de ayarsız. Kendi kendine konuşuyorsun boyuna. Hoş, bizimkisi çay evi. Burası bahçesi. Biliyor musun, ama orada tüm gün duruyorsun beyin artık ıstakalaşıyor ya hani sanki taşlar kafana yerleştiriliyor, çizikler kalbine atılıyor ve çaylar mesanenden çekiliyormuş gibi hissediyorsun da, bırak bir saati on dakka başka mekana geç, farklı hava al, kendine geliyorsun. Öyle uzak kalınca düşünüyorum, çok düşünüyorum, aklım başıma geliyor da, bile isteye işkence ediyormuşum gibi geliyor böyle. Bırakasım geliyor bazen şu işi. Vallahi. Kaç zamandır yanımdasın. Görüyorsun halimi. Tüm günümü alıyor. Birini çalıştırayım desem, bana ne kalacak? Getirdiği götürdüğünden fazla. Parası para değil. Bazan ta şurama geliyor. Bir memleket bir toprak da yok ki, basıp gideyim şu amına koduğum yerinden. Nereye gidiceksin Salih bey. Bıktım, kardeş. Saymaktan bıktım yahu. Okey taşlarını say, bilardo toplarını iskambil kağıtlarını ve dominoları say. Kağıtları kalemleri say. Çay bardaklarını, altlıklarını ve kaşıklarını say. Sokaktan geçen arabaları say. Kaç insan geçiyor günlük sokaktan, kaçı kadın kaçı erkek kaçı çocuk onu say.  Sokak kedileri köpekleri kaçı cins kaçı kırma onları say. Her şeyi sayıyorum ulan her şeyi. Kim ne kadar sıklıkla işiyor, kim aylık kaç çay içiyor, hatta simitçinin kahveye girerken tepsisinde kaç, çıkarken kaç simiti var, bunu dahi sayıyorum. Kıyamet!’’  Hiç susmadı, takır takır konuştu Salih. Fena dolmuştu. Olur öyle bazan adeta kusar insan, rahatlar. Bir saat geçtikten sonra ‘’Salih, ağbi, sen istersen dön.’’ dedim ve gülerek ekledim. ‘’Biraz tek kalmak istiyor canım. Bedenen.’’

‘’O kızı düşünüyorsun diğ mi? ’’ dedi. ‘’Gelicek sanıyorsun, yanına kurulacak, elini tutacak. Sen ve ben, biz trajediyi yaşıyoruz oğlum, payımıza düşen bu, gelmiycek. Mucizelere mi kaldın birader, roman mı bu, değil. Kalk git konuş gördüğün yerde. Sana bir dost tavsiyesi: biraz atak ol, istediğini belli et, varsın istediğin seni istemesin, fakat bunu yapmazsan kendin kendini bitirirsin böyle. İlerde pişmanlık duyacağın işler yapma. İçindekileri her zaman içinde tutma. Biraz dişlerini aç, biraz ısır. Dişli olursan hayatı galebe çalarsın, he yok kararsız kalırsan da o seni punduna getirir. Sürünürsün. Sadece ilişkiler için değil, hayatın tümü için de böyledir bu. Hoş kelin merhemi olsa aman… Ne çok konuştum değil mi, kafanı şişirdim.  Haydi eyvellah.’’

*

Kendimi kapana kıstırılmış hissediyordum. Karanlık. Nerden gelicekleri belli olmaz. Başını koru. İyiyi düşün, bu bir oyun. Kaçış Oyunu. Tuzaklar, ipuçları ve sorularla dolu bir evdesin. Bir saatin var. Bir saat. Tüm ömrün. Sırrı çözemezsen öldürülmüyorsun. Yaşam devam ediyor. Dişli olursan hayatı galebe çalarsın. Çözersen başarmış olursun sadece. Korkucak bir şey yok. Hangi oyun acı verir ki diyordum. Ve elbette hiçbir teskin edici cümle buluş işe yaramıyordu. Korkmaya imanla devam ediyordum. Beni saran çözümsüzlük, hayatımı kuşatan belirsizlik ve bakışımdan eksilmiyen sis yüzünden daralmıştım. Başım dönüyor, midem bulanıyordu. Zarar vermek istiyordum. Kendime yahut çevreme. Hakettiğim bu değildi. Yolunda olmıyan yanlış giden bir şeyler vardı. Dayanamıyordum. İçki mi içsem diyordum. Uzun zaman oldu içmeyeli. Viski mi Rakı mı? Hangisi açar gözlerimi, dur der bu gidişe, eksiklik bendeyse şayet?

 *

‘’Ücretini ödemek koşuluyla size bir şiir okuyabilirim. Hatta roman yahut öykülerden ezbere paragraflar veya sayfalar.’’ dedi yağlı saçları, uzun sakalı ve kirden kalınlaşmış paltosuyla boğuk sesli herif yanıma yaklaşarak. Herkesin hayatında tuhaflıklar ve aşırılıklar kotası vardır, ama benim kotam dolmuş, taşmış, üstüme yığılmaktaydı. Kahvede olanlardan sonra şiirdenbahseden bir çöp konteynırı. Uluslararası bir komployla karşı karşı olduğumu düşünmeye başladım. Kokusu tahammül edilir değildi. ‘’Şairine, diline ve popülaritesine göre değişiyor tarifem. Ve sizin istediklerinizle benim seçeceğimin arasındaki fark yalnızca iki kat. Koku için üzgünüm, efendim, kültürel bir mesele.’’

Kendimizi kasmayıp serbest bıraktığımızda su kaldırma kuvveti sayesinde bizi yukarı kaldırır. Ölüceksin diyen tarafımızın peşine takılırsak işimiz biter. İyiyi düşünmüyorsak bile, kötüyü savuşturmak önemli. İşte yanı başımdaki canlı çöp konteynırına da böyle düşünerek alıştım. Banka, yanıma oturdu.

İçimdeki kilitlerden birini kırmış olacak ki, onunla konuşasım geldi. ‘’Öyküyü nasıl tarifelendiriyorsun peki?’’ dedim. ‘’Giriş cümlesi beş, çözüm on lira mı? Ha-ha.’’

‘’Hayır. Roman ücretleri -birkaç giriş hariç- hangi kısmı olursa olsun fark etmez sabit. Elli lira.’’ dedi.
‘’Roman finallerinden para almıyorsun sanırım. Almamalısın da. Tüm romanlar yürürken yahut arabada direksiyon sallarken güneşin yükselişi veya batışıyla biter çünki.’’
‘’Bravo, efendim, ha-ha, bu işten anlıyorsunuz. İşin rengi öyküye gelince değişiyor. Başlangıç cümleleri on; bitiş cümleleri kimi yerde üç kimi yerde beş misli.’’
‘’Oo bu olmadı işte. Bu dünyada bu dünyaya sığmıycak denli bitme arzusu varken bu pahalılık, yakıştıramadım doğrusu. Fiyatı düşür sürümden kazan derim.’’

‘’Efendim, bu böyle olmak zorunda. Bitirmek başlamaktan daha zordur zira.’’
‘’Romanların nesi eksik canım, yüzlerce sayfa, onbinlerce kelime, unutulmaz betimlemeler ve tapılası karakterler. Romanlara da zam yapın. Ha-ha.’’ Kanım ısınmıştı bu çöplüğe. Uzun zamandır bu kadar çok konuştuğumu hatırlamıyordum. Hevesle dinlediğimi de. Unutmuş olacaktım ki, sözcükler dişlerime çarpa çarpa, dilime vura vura çıkıyorlardı sanki. Dudaklarım zar zor aralanıyordu. Keyiflenmiştim de ama. ‘’Roman kalsın, öykü de. İstediğin dil, istediğin şair. Sen bana şiir oku.’’ dedim. Salih’ten biriktirdiklerimin içinden yirmi lira sıkıştırdım onun eline. Yaptığı iş güzeldi, çok param olsaydı daha çok verirdim. Paltosunun altından çıkardığı sürahi şarabından gluk glak yudumladı, ayağa kalktı, okudu ve gitti. Sanki ağzımdan çıkmış birazdahakalsınistedim diye bir cümle suda birkaç kere sekti. Yanlış gördüm herhalde, taştır o.

Çöp Şair’in tersi istikamette yürümeye koyuldum, güneş batmak üzereydi. Lunaparka girdim. Balerine baktım. Çarpışan arabaları izledim. Atış oyunu oynadım ve bir paket sigara kazandım. Zincirli sandalyenin altında durmuş binenlerin çığlıklarını dinliyorken bir sigara yaktım. Onlar gibi olmak istedim. Kuyruğa girip bilet almak ve bilet aldıktan sonra binebilmek için tekrar kuyruğa girmeyi düşündüm. Bana göre değildi. Dışarı çıktım. Deniz havası aldım. Geri dönmeye karar verdim. Sahil yolunda karşıya geçmek için ışıklarda beklerken yine onu gördüm. Mihrap’ı. Kalabalığın içindeydi. Orta ışıklarda konuşurum dedim kendime. Göz göze geliriz. Başımla selamlarım. Bana merhaba der. Ben içimden –bana merhaba dedi– der gülümserim. Ama dışımdan Nasılsın derim yürüyelim mi? Hayrola niye güldün öyle der. Hiiç, yok bir şey, deli miyim, niye güleyim ki, derim. ‘’Yalnızca âşık olan insanlar öyle gülerler durduk yere.’’ der kendinden emin bir tonla gözlerimin içine bakarak ve ekler ‘’Sen bana âşıksın.’’ İnkar mı etsem evet ulan mı desem tedirginliğindeyken sıkıca sarılır. Yeter oğlum Hipnoz hayal kurmaktan yaşamayı unuttun. Yeşil yandı, yayalara, yürü. İlk defa fark ediyorum da, memeleri ne kadar diri. Bana bakıyor. Memelerine baktığımı fark etti mi? Mihrap memelerin ne kadar güzel, başımı onlara bastırmak istediğimi söylemek istediğimi anlamamış olacak ki gülümsüyor. Bana gülümsüyor. Beni tanıdı. Demek ki biliyormuş. Pamuk mu kullanıyor acaba? Beli de hafiften çukur. Kalabalığın arkasında kalıyor. Kalabalık hızlı biri. Mihrap yavaş. Acı bir fren sesi.

Bu tamlama gelip boğazıma oturuyor. Kalabalık olay yönünde geri dönüyor. Gazeteler ve başlıkları uçuşuyor gözlerimin önünden. Kimin ahı bu bilmiyorum ama, birileri büyü yahut şaka yapıyor olmalı bana? Stüdyoda mıyız, kamera motor he? Sanki ilmik geçiriyorlar boynuma da çekiştiriyorlar, boğulmamak için koşturuyorum. Aklıma Çöp Şair’in okuduğu şiir geliyor onu bağırmaya başlıyorum. ‘’Yıkılma sakın! Sana durlanmış kelimeler getireceğim. Pörsümüş bir dünyayı kahreden keli.’’
Yine görünür olamadım. Bir ay gastelere bakmıyor, paravandan öteye geçmiyorum. Yaşıyor mu öldü mü bilmiyorum. Ben talihsizliğime ben vakitsizliğime yanıyorum. Yirmi dakkam kaldı. Bu bir oyun diyorum.

BİZ ÜÇ KİŞİYDİK; MÜSLÜM, MARKS ve BEN.

”Müslüm Gürses Leonard Cohen’i döver dediğimde herkes bana güldü! Lakin beş kilo biftek, on kasa bira ve 1000 lirayla eve dönen ben oldum.”

 

Hayatım boyunca parayla imtihanımda ne yazılı ne de sözlü sınavları verebildim. Bu konuda daima ders tekrarı yaptım diyebilirim. Çok yokluk çektim, elime geçince de çarçur ettim. Hayatta kalmak adına güvensiz ve doğru olmayan hareketlerdi bunlar. Politik bir tavır mıydı yaptığım bilmiyorum ama, bütün motivasyonum şuydu: Tabutun içinde ATM veya hesap cüzdanı olmaz, eft havale hiç olmaz. Para dediğin neydi ki? Elimin kiriydi ve ben o kiri daima yıkadım. Gayrimenkule giremedim, altın alamadım. Kıymet bilmek benim işim değildi. Fakat uzun zamandır öyle bir yokluktaydım ki kendimi tanıyamıyordum.

Hunharca harcamak, hesapsızca tüketmek istiyordum. Hamileydim de, içimde önlenemez bir alışveriş canavarı büyüyordu sanki. Çatal bıçaktan içkiye, don atletten beyaz eşyaya varana değin her şeye sahip olmak derdine düşmüştüm. Neden böyle olduğumu ben biliyorum, fakat size anlatmayacağım. Tek bilmeniz gereken: Talihim bir türlü dönmek bilmiyordu. Eskisi gibi şuradan buradan gelirim de yoktu, musluk tıkanmıştı. İtin, serserinin tekiydim ve beş parasızdım. Akranlarımın her biri hayat piramidinde ya yükseklere yükselmiş ya da aşağılara düşmüştü. Yaşım otuz beş, adım Sermest soyadım Soylu, ben ise sadece yerimde saymıştım. Hep dipteydim ve bilhassa kira ödemekte zorlanıyordum. Parayla ilişkim hiç de öyle pervasızca çarçur etmek üzerine değildi. Size hava atmak için yalan söyledim. Bunu da neden yaptığımı biliyorum, fakat size bunu da anlatmayacağım. Ne bir ailem ne bir telefonum var. Bu dünyada çakılı tek bir çivim bile yok. Bana ait tek şey günlük notlarım, onları da yakmak için yakın bir arkadaşıma vereceğim. Galiba ölüyorum. Yakın bir arkadaşım da yok. Yalan söylemek huydur bende, artık anlamış olduğunuzu düşünüyorum.

Kumar oynamaya bayılıyordum. Azıcık parayı üçe beşe veya yüze katlama olasılığının verdiği haz paha biçilemez. At Yarışları’ndan, kedi dövüşlerine, spor bahislerinden tombalaya varana değin oynamadığım oyun kalmadı. Babamdan kalan mirası böyle tükettim. Dedemden kalan arsaları böyle bitirdim. Dostlarımı böyle kaybettim. Artık zırnığım yoktu. Günlerim böyle geçiyordu. Derler ki kumar masasından kazanan kalkmaz, parası biten kalkar. Param bitmişti, fakat ben yine de oralardan ayrılamıyordum. Bu vazgeçemeyeceğim bir tutkuydu. Bir diğer tutkum da kadınlardı. Dipte veya yukarda nerde olursam olayım onlardan asla vazgeçemiyordum. Bu da doğa yasalarıyla oynadığım bir kumardı. Yüksekte isem zaten kadınlar benimdi, fakat dipteyken elde ettiklerimden aldığım haz başkaydı. Zoru başarmış sayıyordum kendimi ve mutlu oluyordum. Bilirsiniz bu duyguyu; teşekküre gerek yok bilmiyorsanız öğrendiniz.

Bir gün, içim oynamak-kazanmak ve eğlenmek isteğiyle dolu, tombalacının karşısındaki kaldırımda oturmuş, ayağımı mazgala sürtüyordum. Beni içeri almamışlardı. Geçen gece kaybetmenin üzüntüsüyle oyunda hile olduğunu öne sürmüş, olay çıkarmıştım. Gidecek başka yerim de yoktu, çünki emniyet bu aralar bu tür yerlere baskın üstüne baskın yapıyordu. Kapatılan kapatılanaydı ve son kale burasıydı. Yo yanlış anlamayın, basılmamış olmasının nedeni Gizlilik en yüksek düzeyde olduğu için değildi. Sadece o bölgedeki emniyet mensuplarına sağlam para yedirildiği için böyleydi bu. Yukardan aşağı beş harfli, adı     d  ü z e  n: İyi para yediriliyor ve görmezden geliyorlardı işte.

Karşısında öylece oturuyordum işte. Dıştan bakınca kasap dükkânıydı. Buzhaneye açılan kapı ise başka bir dünyaya açılıyordu. İçerisi her sınıf ve cinsten insanlardan oluşan bir karnavalı andırıyordu. Bir keresinde İzzet Altınmeşe ile Madonna gelmiş, birlikte konser vermişlerdi. Hatta Rahmi Koç’la sarmaş dolaş çekilmiş bir fotoğrafımız bile var. Sözüm var, ancak benden önce ölürse yayınlayacağım, şimdi göstermem. Sözün kısası, oyuna alınmadığım için küskündüm, kızgındım ve planlar peşindeydim. Geceydi. Sokak lambasının ışığı kararsızca yanıp duruyordu. Arabalara asla ilgim olmadı, markasını bilmediğim siyah bir jeep üçüncü turunda önümde durdu. Kapısı açıldı ve içinde markasını bilmediğim fakat aynısını almak istediğim simsiyah gözlüklü ve baş örtülü bir kadın bana “Bin!” dedi. Normalde bana emir verilmesinden hoşlanmam, fakat o kadar dipte ve biçareydim ve üstüne üstlük kimsin necisin demeye üşeniyordum ki, denilene uyup arabaya bindim. Macerayı severdim, hele içinde kadın varsa bayılırdım. Belki de organ mafyasıydı, sokaklarda yaşayan kimsesizlerin organlarını ucuza kapatan bir kartelin başıydı ve beni gözüne kestirmişti. Gözlerimi açtığımda içi buz dolu bir küvette veya bir çöplüğün kenarında uyanmış bulabilirdim kendimi. Olamaz mı? Olabilir. Fakat umurumda değildi, dedimdi ya kadınlar ikinci tutkumdu. Birincisi de kumardı. Ve param olmadığına göre canımı masaya sürmekten ve bundan keyif almaktan başka şansım yoktu. Belki de organ mafyası bile değildi ve benim gibilerle olmaktan hoşlanan bir kadındı ya da sadece benim yapabileceğim basit bir işi vardı. Sözün kısası, kadınlarla olmak kumarın ta kendisiydi ve ben kumarı, artık iyice kavramış olduğunuz gibi, seviyordum.

Baş örtüsü, siyah gözlük, krem rengi palto, sıyrılmış paltonun altından fırlamış buğday bacaklar, üstünde kot şort ve deniz tatilinden yeni gelmiş gibi siyah bir sandalet vardı ayağında. Üstü kış ortası bahar altı da yazdı. Ne olduğu belli değildi. Belirsizlikler çoğunuzu korkutur ama beni oldum olası çekmiştir. Yol boyunca hiç konuşmadı, ben de konuşmadım. Yol boyunca dediğimden anlamış olsanız gerek bir yere vardık.

Bol kasisli ve Evreşe yollarını andıran darlıkta bir yoldan takır tukur geçip, rüzgârda salınan buğday başaklarının olduğu bir tarlaya ulaştık. Hava soğuk ve hafif sis vardı. Yalnızca prefabrik bir yapı bulunuyordu burada. At babafingosuna konmuş kelebeği çağrıştırdı bu bana. İnsanlık işte, tarlasal yalınlığa dayanamamış, prefabrik imzasını atmıştı yani. Arabayı durdurdu, baş örtüsünü çıkardı ve bu sefer de “İn!” dedi. ‘’İnerim ama bir şartım var.’’ dedim. ‘’Daha doğrusu bir sorum olacak.’’ Başıyla onayladı. ‘’Neden başörtünüzü çıkardınız?’’ dedim. Güldü. ‘’Güvenlik meselesi.’’ dedi. ‘’Güvenlik mi? Hımmm, tehlikeli bir yere gidiyoruz öyleyse.’’ dedim. Eşarbı göstererek ‘’Hayır, sadece bunu taktığım zaman trafikte çevirmelere takılmıyorum.’’ dedi. ‘’Polis çevirmeleri mi? Ne saklıyorsunuz ki?’’ dedim. ‘’Alkol.’’ diyip gülümsedi. ‘’İçtiğim zamanlar bunu takar rahatça dolaşırım. Size de tavsiye ederim. İşe yarıyor.’’ diye de ekledi. Sakallarımı kaşıyarak, güldüm. Alkol metre, er’kek polisler ve onların türban zafiyeti üzerine türlü erotik ve felsefî hülyalara kısa süreliğine dalıp, çıktım. Bu kadında karşı konulamaz bir cazibe vardı. İndim.

Kapısını çipil gözlü kel iri yarı ve badem bıyıklı bir vale açtı ve “Hoş geldiniz, patron.” dedi. Adam beni ise baştan aşağı süzüp, hiçbir şey demedi. Patronuna dönüp “Her şey hazır.” dedi.

Her şey hazır mı? Bi filmde izlemiştim zenginler böyle sokaktan buldukları insanlara kalabalık bir rus ruleti oynatıyor, hayatta kalanlar üzerinden para kazanıyorlardı. Eline silah verilmiş insanlar halka biçimi alıyor, içinde tek kurşun olan altıpatlar silahlar önündekinin kafasına dayanarak ateşleniyordu. Yere düşenin sahibi büyükçe para kaybediyor; hayatta kalanların sahipleri ise her tur başına kazanıyordu. Sona kalan da, ki bazan hiç kimsenin hayatta kaldığı olmazdı, büyük ikramiyeyi götürüyordu. Acaba bana da böyle bir oyun mu oynatacaklardı? Ölebilir miydim? Zaten artık ölüm korkusunu aşmıştım, yaşayıp yaşamamak umrumda değildi. Bu kumar hayatımın kumarı olacaktı. Böyle düşüncelerle dalmışken, patron kadının prefabrik kapının önünde durup bana “gel” dediğini duydum. Gittim. Ne tasarruflu bir kadındı böyle genellikle fiil kökleriyle konuşuyordu. İçeri girdim. Kapı kapandı ve ikimiz baş başa kaldık. Pembe bir ışık aydınlatıyordu içeriyi. Bir buzdolabı, bir televizyon ve bir yatak vardı sadece. Boş bulunup “Uu en sevdiğim sevişeceğiz galiba” dedim. Bana baktı, hiç tepki vermedi, sanırım kızdı diye düşündüm. Birden küçük bir kahkaha attı ve “aç” dedi. Şaşkınlıktan ne yapacağımı bilemedim. Elimi yavaşça fermuarıma götürdüm. Yine güldü ve bir kez daha aç diyip sandaletiyle yere vurdu. Yere baktım. Orada küçük bir halı vardı. “Kaldır!” dedi. Kaldırdım. Çelik bir ev kapısı biçiminde minik bir kapak vardı. Hızlıca kadına kafamı çevirip, biliyorum, söylemenize gerek yok, açıyorum, deyip, açtım. Bugüne kadar çok kapıdan geçtim, fakat böylesini ilk defa gördüm. Aşağı bir merdiven iniyordu ve altından takım elbiseli adamlar ve şık giyimli kadınlar, elinde içki dolu tepsi olan garsonlar geçiyordu. Merdivenin başında da prefabrik binanın dışında bekleyen adam vardı. Bu nasıl buraya geldi diye düşünürken patron denilen kadına baktım. Şaşkınlığımı anladı ki eliyle kapıyı işaret etti. Kapıyı açıp baktım adam yine oradaydı. Kadına “İkiz bunlar demek, ha ha” dedim. Yoktu. Merdivenden aşağı inmişti, bana gir ve kapa dedi. Girdim ve kapadım. Merdivenin ucundaki kel ve iriyarı adama “Tek yumurta mı çift yumurta mısınız” diye sorup, gülümsedim. Hiç ses etmeyip öylece baktı. Sessizliği bozmak gibi bir inadım vardı, “Benimki de soru, tıpkısınız, tabii ki tek yumurta olacaksınız. Peki, hanginiz büyük, kaç dakika fark var aranızda?” diye lakayt soru sordum. Yine ses etmedi. ‘’Aynı anda mı çıktınız a..’’ diyordum ki patron kadın elimden tutup beni çekmese ısrarla sormaya devam edicek, hatta böyle devam ederse kavga çıkartacaktım. Hırslanmıştım. Alkolden mi böyleydim? Kibir tüm ruhuma mı yayılmıştı yoksa? İlerlerken patron kadın bana dönüp “Herkes senin yüzüne gülmek zorunda değil, vazgeç şu huyundan.” dedi. Elimi tutuyordu. Ne! Elimi mi tutuyordu? Ciddi bir alkol problemi eşiğindeydim galiba. Elimi tutuyordu ve sanki beni eskiden beri tanıyordu. Uzun süre donmuş bir vaziyette ona baktım, rahmetli eski karıma benziyordu. Uzun yıllardır onu unutmak için tedavi görüyordum, fakat yine karşıma çıkmıştı. Bir deniz tatilinde hırçın dalgalar onu benden almış, bizi ayırmıştı. Beni dul, çocuğumuzu da öksüz koymuştu. Yalan söyledim, eski karım yoktu, üstüne üstlük hiç evlenmemiştim bile. Beni çekti ve sallanan bar tipi bir kapıdan geçtik, kocaman ışıltılı avizelerin olduğu devasa bir salona çıktık. Gözlerim kamaştı, kapadım.

Birisi boşta kalan elime bir şey sıkıştırıyordu. Gözlerimi alışması için yavaşça açınca karşımda prefabrik yapının önünde duran adama benzeyen merdivenin dibindeki adama benzeyen bir adam vardı. Şaka mı bu, üçüz mü bunlar diye düşünürken etrafta bunlardan onlarca olduğunu fark ettim. Kel, çipil göz, iri yapı ve badem bıyıklı garsonlar ve korumalar. Etrafında bir sürü parlak taş olan gözlüğü alıp taktım. Bu sayede gözüm yüksek ışığa çabucak alıştı. Kalabalığın arasından hızlıca geçip giderken ki bizi gören herkes dönüp başını eğerek saygıyla selam veriyordu, benim gibi taşlanmış gözlüklü hırpani heriflerle femme fatale kadınların kol kola olduklarını gördüm. Aralarında gazetelerin magazin sayfalarından tanıdığım sosyetik simalar, şarkıcılar ve modeller da vardı. Hatta ismini vermek istemediğim fakat kendisini hepinizin çok iyi bildiği bir tanesi yanımdan geçerken bana göz kırptı ve benim masum babafingomu avuçladı. Çok yalan söylediğimin ve bu huyumu artık öğrendiğiniz için heyecanlanmadığınızın farkındayım, fakat bu dediğim ne yalandı ne fantezi, katıksız gerçeğin ta kendisiydi. O ekranlardan tevazusu ve ağırbaşlılığıyla bildiğiniz kişi bana göz kırptı ve malzememi avuçladı. Yeryüzünün yüzde doksanı sularla kaplıydı, insan vücudunun üçte ikisi suydu ve ben sırılsıklam oldum. Burası hakikaten gördüklerimizin ötesinde başka bir dünyaydı.

Yine bir kapıdan geçtik. Bu sefer bir gece klübüydü. Düşünebiliyor musunuz, ıssız bir buğday tarlasının ortasında, yerin altında apayrı bir dünya. Sonunda başıma ne geleceğini bilmiyordum, ölümü aştığımı söyledim fakat o da bir yalandı, şimdi ölmek istemezdimç Keyfim gısgıcırdı, naber? Başıma bundan daha ilginci gelemezdi herhalde diye düşünürken bir şey daha oldu. Dans etmekten anlamazdım, dans edeceğimi ummazdım, bir kütükten farksız olduğumu düşünmüşümdür genellikle. Fakat o kulak patlatan müziğe rağmen bizi görenler yine oldukları yerde dönüp selam veriyor ve rahat geçişimize imkan sağlıyorlardı. İlerlerken patron kadın birden elimi başında döndürüp dans etmeye başladı. Bu, vücudu aracılığıyla bana yolladığı bir emirdi ve ona katıldım. İçimdeki Yonca Evcimik ve Birkaç İyi Adam onları yıllarca saklı tutmuşum da bugün zamanı gelmiş gibi coşkuyla ortaya çıktılar. Klüp çığlıktan ve alkıştan yıkıldı. Fena dans ettik. Kafamda viski şişesi onu düşürmeden dans ede ede bir diğer kapıya kadar ağzım kulaklarımda geldik. Şişeyi kahkahalarla biraz içtikten sonra kalabalığın üstüne doğru fırlattım.

Arkamda kaç yaralı, kaç küfür bıraktım bilmiyorum. Patron ise gülmüyor, hiçbir şey olmamış gibi, coşkuya dair tek belirti taşımaksızın duruyordu. Kapının kenarındaki bir cihaza gözlerini yaklaştırdı ve kapı açıldı. Yine aynı çipil kel iri badem adamlar karşıladı. Uzun yeşil yemyeşil bir koridordu bu. Yürüdük. Bu son herhalde diye düşündüğüm bir kapıyı daha açtık ve karşımıza bir çok dinden semboller barındıran bir yapı çıktı. Kendimi vasati, hamasi ve fuzuli bir yerli dizi setinde gibi hissettim ve ortaya “Uuu tapınak şövalyeleri, masonlar ve kebapçılar; alırım bir dal.” dedim. İnanın ne dediğimi bilmiyor, şuursuzca geveliyordum, hatta konuşan ben değilmişim de, konuşturuluyormuşum gibiydim. Duvarlar kavramakta zorlandığım çizimlerle doluydu. Başım viskiyi hızlı diktiğim için dönüyor, beynim çok hızlı çalışıyordu. Birden patrona dönüp, çizimleri göstererek “İşte bunlar hep iç huzursuzluğu. Ben huzursuzluğumu susarak kanıtlamaktan yanayım. Çizmeselerdi daha iyiydi.” dedim. Son görüşümü duymazdan gelerek “Ah şu yanılsamalar. Sen susarak değil, konuşarak kapatıyorsun huzursuzluğunu.” dedi. Yakalanmış bir keklik gibi şaşkın kaldım, yüzümün kızardığını hissettim. Özensizce “Beni çoktandır tanıyormuş gibi konuşuyorsunuz, oysa tanışalı sadece yaklaşık iki saat oldu.” dedim. Ama dediklerimin hepsi doğru biliyorsun diyen bakışlarıyla cevap vermeye yine tenezzül etmedi. Onun gibi çekici ve ağırlığı olan bir kadının bana dair hükümler sürüyor olması hoşuma gitmişti. Bar bölümüne girdiğimizden beri ona yaş, memleket, medeni durum, iş güç gibi sayısız soru sormuştum, fakat hiçbirine cevap vermedi. Kırıldım. Biraz kırıldım. Yok, galiba çok kırıldım. Hatta sanırım çok kırıldım ve ufalandım, sorularımın cevaplanmayışına. Aman, uygun zamanda uygun kişiye herkes içini dökerdi; demek ki uygun bir adamdım da uygun bir yerde değiliz diye iyimser biçimde düşünüp, bu kırılma konusunun üstesinden geldim. Susarak değil, konuşarak kapatıyorummuş. Aslında oldum olası birinin benimle ilgili kanaatini anlatmasını severdim, beni ben yapan takıntım da buydu. Gülümsedim ve nerden aklıma geldi, bilmiyorum “Konuşarak kapatıyorum demek… Hüsamettin Tambay gibi mi?” dedim. Kahkaha atıp, daha önce kolunda olup olmadığını bilmediğim çantasından bir tabaka ve onun içinden de bir ince sigara çıkarttı, gıpgri dudaklarının arasına yerleştirdi. Yakmayıp, bekledi. Hüzün baş göstermişti yüzünde. Bana bakıyordu, gözlerimin içine. Böyle şeylerle aram yoktu, nezakete kafam basmazdı, yine geç anladım. Tabii ya sigarasını yakmam için bekliyordu.

Çakmak taşımazdım, fakat sanki bir kuklaydım da, yukardan biri ipimi çekmişti de, elim vücudumda gezinip, göğüs cebimde durdu. İçinden nerden geldiğini bilmediğim zippo bir çakmak çıktı. Yaktım. Hızlıca iki nefes alıp “Bütün yazarlar gibi. Onlar yazıyor, sense konuşuyorsun.” dedi. Konu bana gelmişti ve ben buna, daha önce de dediğim gibi, bayılıyordum. Üstelik cümle içinde yazarlarla bir tutuluyordum. Birinin beni farketmesi ve böyle benzetmeler kullanması hoşuma gitti elbette. Birbirimizi kandırmayalım, flörtüm okur, size de öyle olmuştur. Şımarıp, önleyemediğim kibrime yenildim ve yanağından tatlı kısss diyip makas aldım. Neredeyse herkesin önünde saygıyla eğildiği patronun yanağından makas aldım! Ben. Ser-mest Soy-lu! Sanırım aşırı alkolden bayılmış ve rüyalar görüyordum. Üstelik daha demin güzelliği altında ezilmiyormuşum gibi tatlı kıss diyip aşağı da çekmiştim onu. “Lan sen kimsin?” diye bağırıp bir tokat attım kendime.

Uyanmadım.
Karşımdaydı, kapının ötesindeydik ve gülümsedi. Girdiğimiz yer o kadar devasaydı ki sesim tahminen iki dakika sonra geri geldi. Kapıda yine o çipilkelbademiri adamlardan biri vardı. Patronun gülümsemesi, alkolün iteklemesiyle birleşince ihtiyatsızlık kaçınılmaz oldu ve adama tip tip bakıp “Fotokopide mi çoğaldığınız lan siz?” dedim. Bu da beni umursamayıp boş boş baktı. Öfkelendim. Kimsin lan sen diye sormak için yakasına yapıştım. Fakat gerek kalmadı. Çünki girdiğim salon öylesine devasaydı ki kendimi tokatlamadan yani iki dakika önce kendime söylediğim “Lan sen kimsin?” cümlesinin yankısı geldi. Adamı dut ağacı gibi silkelerken bile bana hiç agresif bir tepki vermedi. Sadece ensesinden ateş çıktı. Ne!! Ensesinden ateş mi çıktı?! Ben de aynı böyle şaşırmıştım. Ensesinden çıkan ateş bütün vücuduna yayıldı ve kısa bir sürede bütünüyle kül olup gitti. BİM’den alınan dondurulmuş köfteler gibiydi bu herif’ler, büyük görünüyorlardı fakat pişirince küçülüyorlardı. Meğer bu bir örnek adamlar naylondan robotlarmış, öğrenmiş bulundum.

Patron beni çekti ve ileriye doğru sürükledi. Duvarlara artık bakmıyordum çünki artık kusacak gibiydim. Çok ilerde karaltılar belirmeye başladı. Yaklaştıkça ki yaklaşmamız beş dakika sürdü, tam bir ızdıraptı; o karaltılar önce tek tek noktalara, o noktalar da bir bir insanlara, o insanlar da toptan saygın ve bilinir insanlara dönüştüler. Tiyatro salonundakilere benzer bir oturma biçimi vardı. Yine herkes biz geçerken başını eğerek patronu selamlıyordu. Bu kadar yoğun bir sessizlikte bakışların bana dönmesinden her zaman utanırdım, yine utandım. Gece klübünde tersi olmadı aslında, orda da utandım fakat bunu dans ederek gizledim. Burda ise gizlenmeme imkân yoktu, başımı patron gibi dik mi tutsam yoksa öne mi düşürsem bilemeyip, hızlıca göğsüme düşürdüm. Allah’tan gözlüklerim vardı. Alttan gizlice insanlara bakıyordum. Kimler yoktu ki? En arkalarda milletvekillleri, bloggerlar, fenomenler, emniyet müdürleri ve dönerciler; onların önünde bilim insanları, şarkıcılar, gazeteciler; onların önünde oyuncular, düğün fotografçıları, bakanlar; onların önünde kantinciler, futbolcular, ve dansözler; onların daha önünde de yazarlar, yönetmenler, mütahhitler, başkanlar diye giden bir sürü ıvır zıvır vardı işte. Kimisi bana beğenmemiş gibi dudak büzdü, kimisi de epey iş var der gibi kaş kaldırdı. Sonunda tam ortada boş iki koltuk vardı oraya oturacağız diyip sevindim. Patron oturdu, ben oturamadım. Çünki koltukta sakız vardı ve ben prensip olarak sakızlı koltuklara asla oturmam. Koltukta sakız makız yoktu, iki kişi koluma girdiler ve beni karanlık bir yere çektiler. Koltukaltımdan tuttukları için gıdıklanıp, kahkahalar atmaya başladım. Duramıyordum. Ağzımı bantlayıp oturttular. Hep böyle olurdu, bir kez dokunulmayagörsün, duramazdım. Işıklar açıldı, karşımda büyük kıpkırmızı bir perde vardı. Gülerek yanıma yöreme baktım. Sağımda bir işçi, onun sağında bir hipster, onun sağında simitçi, onun sağında bir belediye temizlik görevlisi, onun sağında bir sürü dizide gördüğüm bir figüran, onun sağında bir dilenci, onun sağında ihtiyar ve benim solumdakiler falan derken toplamda on iki kişi olduğumuzu fark ettim. Arkama baktım. Tam hizamda patron kadın vardı ve onun yanındaki boş olan koltukta da Amerika Birleşik Devletleri Başkanı oturuyordu. Aramızda kalın büyük bir cam yer alıyordu. Hepsi ayağa kalkmış saygıyla bekliyor, arkama doğru bakıyorlardı. Gülmeye devam ediyordum. Birden üç el ateşli silah sesi duydum. Korkudan öne eğildim. Yanımdaki işçi ile solumdaki hayat kadını vurulmuş yerde kanlar içinde yatıyordu. Kulaklarım çınlamış, görüşüm bozulmuştu. Sahnedeki perde açılmıştı fakat o kadar yoğun ışık vardı ki seçemiyordum. Kendimi suçlu hissettim, acaba güldüm diye mi onları vurdular derken arkama dönüp patronu arandım. Oradaydı ve bana aferin der gibi göz kırpıyordu. ABD başkanı ise ağlıyordu. Patronun solundaki de Moda devi Giorgio Armani’ydi ve o da böğüre böğüre ağlıyordu. Biz camın önündekiler on iki kişiydik ve camın arkasındakiler de on iki kişiydi. Birkaç sol yanlarında Sokrates vardı ve o da ağlıyordu. Onun hizasına bizim safımıza baktım yerde kanlar içinde yatan Tezer Özlü‘ydü. Allah taksiratını affetsin, bu kişi bir yazardı ve çayın yanına güzel giden iyi kitapları vardı. Üçüncü kurşun da ona gelmişti demek. Olanlara hiçbir anlam veremedim, ne güzel eğleniyorduk, bu siktiğimin silahı da nereden çıkmıştı şimdi? Kalkıp kaçmayı düşünürken sağımdaki hipsterın birden fırlaması ve vurulup yere düşmesi bir oldu. Anladım ki kaçış yoktu. Onun arka hizasındaki kim diye baktım Seda Sayan’dı. Bu ne biçim işti böyle? Kokainmandım ve uçuştaydım da haberim mi yoktu? Bu kesinlikle bir rüyaydı.

Değildi, bir türlü uyanamıyordum. Bağırmaya başladım. Ben bağırdıkça salonsa alkıştan yıkıldı. Başkasının acısından gizliden gizliye zevk duyulur derlerdi, doğruymuş. Bunlar bırakın gizliliği, zevk aldıklarını alenen belli ediyorlardı. Sahnedeki ışıklar azalınca herkes yerine oturdu. Ağlamamı kestim ve gördüklerime inanamadım. Bu kesinlikle bir tv şov programıydı. Milyarlarca insanı aynı gün aynı saatte sürekli olarak ekran başına kilitleyebilen bir tv şov programı hem de! Sahnede dikdörtgen bir masa ve yüzleri bize dönük oturanların hepsi tanıdıktı. Bir yerlerde gizli kameralar olmalıydı, etrafıma bakındım. Yanımda ölen işçinin yanındaki sandalyede oturan amca bana birilerinin duymasını umursamıyormuşçasına yüksek bir ses tonuyla “Şaşırma, evlat.” dedi. “Gördüklerin doğru. İşte bunlar dünyanın yüzde binini yiyip sefasını süren sömürünün ve yoksulluğun sebebi yüzde birlik kesim.”

Amcaya dikkatli bakınca tanıdığımı fark ettim. Bu şarkılarını sevdiğim adamın ta kendisiydi. “Aa, sen Suavi’sin.” dedim. ‘’Gel öpücem.’’ Dediklerimi anlamamış olacak ki, cevap vermedi. Ayağa kalkıp yanıma geldi ve gülerek ağzımdaki bantı çıkartıp, evet şimdi tekrarla bakayım der gibi bir işaretle yerine oturdu. Gülümseyerek cümlemi tekrarladım. ‘’Aa, sen Suavi’sin. Gel öpüjem.’’ Suratı öyle bir asıldı ki “Kim yahu bu Suavi? Yeter artık. Ben Marks’ım. Karl Marks.” dedi. Başını yere eğmiş, ayağını yere sürtüyor, karlmarks karlmarks diye tekrarlıyordu. Ah, tabii ya… Fena pot kırmıştım, onu mutlu etmek istedim. “Epey alkollüyüm, afedersiniz. Fakat şüphesiz ki Komünist Manifesto nefis bir romandı. Kahramanı öyle derinlemesine üç boyutlu işlemişsiniz ki, ne Dostoyevski ne Nihat Hatipoğlu romanları, hiç bir eser o güce erişemedi bugüne kadar.” diyip göz kırptım. Kafasını kaldırdı, gözleri öyle açılmıştı ki sevincini anlamamak için salak olmak gerekirdi ve ben salak değildim. Kısık, üzgün ve biçare bir tonda “O bir roman değildi ki.” dedi. O an tam algılamamış olduğumdan, daha da neşelendirmek için “Laz Kapital de epey komik bir oyundu.” dedim. Sonra bir el silah sesi duyunca sustum. Baktım, Marks’ın başı göğsüne düşmüştü. Hassiktir öldü dedim içimden. Benim yüzümden. Benim yüzümden. Benim yüzümden. Uğursuzluğumu her tarafa saçıyordum işte. Okul yıllarımdan kalma bir alışkanlık olsa gerek “Ben konuştum o konuşmadı” diyip, ayağa kalktım ve ekledim “Beni de vurun ulan!”

Onu vuran Ali Ağaoğlu’ydu. Elinde bir revolver tutuyor ve silahın namlusundan çıkan dumanı üflüyordu. Peki, elinde keleş bana doğru tutan kimdi biliyor musunuz? Acun Ilıcalı. Evet. Masada Leonardo Da Vinci’nin Son Akşam Yemeği Tablosu gibi oturmuş on iki kişiden biri de oydu. Survivor, Var mısın Yok musun gibi insanlığa merhametsizliği, çürümeyi, yalnızlığı, yeteneksizliği ve güvensizliği normalleştiren popüler işleriyle bildiğimiz, muhabirlikten kanal sahibi olmaya yükselmiş; başarılı bir girişimci mi veya şanslı mı yoksa destekli biri mi olduğuna dair türlü şüpheler taşıdığım, kişinin ta kendisi. Bir müddet sonra başını birini selamlar gibi eğdi ve silahı indirip, oturdu. Baktığı yöne kafamı çevirip baktım. Patron kadının ta kendisiydi. Sağlam bir tombala çekmiştim galiba: Bu patron anlaşılan her şeye kadirdi. Neler oluyor ulan nereye düştük böyle diye düşünürken şunu fark ettim. Biz on iki kişiydik, arkamızda on iki kişi vardı, sahnede de on iki kişi vardı. Herkesin hizasında biri varken benim ve patronun hizasındaki sandalye ise boştu. Sayılar, dinler, semboller, hikayeler, mitler derken kafamdan duman çıktığını hissetmeye başlayıp durdum. Düşünmekten vazgeçtim. Çözüp ne yapacaktım, ki zaten irademin mevzubahis olmayacağı bir yerdeydim. İrademi o jeep’e bindiğim an kaybetmiştim. Başımız sağolsun.

Size masada oturanları sayayım da, cümbüşü görün. Sol baştan: beyaz çoraplarıyla Micheal Jackson, pos bıyığıyla Nietzche, zeytin çekirdeğiyle Serdar Ortaç, havada duruşuyla Buddha, kalçalarıyla Shakira, başında takkesiyle Hakkı Bulut, ortası boş sandalye, Hz İsa, Ciciş Kardeşler, Ali Ağaoğlu, Polat Alemdar, Angelina Jolie ve Acun Ilıcalı. Bunları izlerken Rahmetli Marks’ın dünyanın sefasını süren yüzde birlik kesim dediğini hatırlayıp, “Vay be, demek dünyayı Türkler yönetiyor ha” dedim kendi kendime. “Üstelik Türkler çoğunluktaysa bu müslümanlar da dünyaya egemen demektir.” diye de eklemeyi unutmadım. Ben böyle düşünürken Serdar Ortaç’ın onuncu yıl marşını söyledikten sonra yarışmamız başlıyor dediğini duydum. Fakat salonda önce bir uğultu sonra bir çığlık yükseldi.

Marks dirilmiş, ayağa kalkmıştı. Masadakilerin hepsi ona ateş etmeye başladı. Yüzlerce kurşun yedi, bana mısın demedi. Resmen yıkılmayan adamdı. Hepsi birden ateşi kestiler, arkama bakıyorlardı yine. Patron kadın başparmağını yukarda tutuyordu. Masadakiler ağlamaklı bir biçimde yerlerine oturdular. Korumalar bulunduğumuz alana girip Marks’ı oturttular. Her yanı delik deşik olmuş, çeşme gibi oluk oluk kan akıtıyordu. Bana dönüp “Laz Kapital benim fikirlerimi güldürü biçiminde anlatmaya çalışan Karadenizli Yılmaz Okumuş’un eseri. Her ülkede böyle şiveyle beni anlatmışlardır. O da onlardan biri işte.” dedi. Bense hayranlıkla karışık “Baba, yaralısın, yorma kendini.” dedim. Bana gülümseyip “Bişiycik olmaz. Ben ölmüyom ki. Ölemiyom.” dedi. Sonradan düşündüm de, sanki bir sıkıntısını paylaşacakmış gibi ağzını hevesle açmıştı ki, ah şu boşboğazlığım, araya hızlıca girip “Biliyorum, ölümsüzsünüz, anılarınız mücadelemizde yaşıyor. Bu arada” dedim “Türkiye ile alakadar olmanız beni mutlu etti, üstad.” Kahkaha koyverip “Çık lütfen bu üçüncü dünya kafasından. Elbette sizi bileceğim, hem dünyayı yönetiyorsunuz hem de artık bu işler çok kolay. Google’a adımı yazıyorum ve her türlü bilgi önüme düşüyor. Öyle haberdar oluyorum.” dedi. Hayranlığım bir kat daha artmıştı. Herkesin saklayarak yaptığı bu kendi ismini arama işini o alenen söylemekten imtina etmiyordu. Tam bir şey diyecektim ki iki el silah sesi ve peşinden konfeti yağmuru altında İbrahim Tatlıses ve Eminem’in birlikte şarkı söylediklerini duydum. Yerde vurulmuş yatanlardan biri Foucault diğeri de Atilla Taş’tı. Felsefenin sol ve sağ akciğeri sökülmüştü. Gözümden yaş geldi. Salon ise Ağrı Dağı’n Eteğinde Uçan Güvercin olsam düetiyle yıkılıyordu. Görevliler son ölüleri de kaldırdıktan sonra toplamda altı kişi kalmıştık ve gong sesi duyuldu.

Ciciş Kardeşler ilk yarışmanın dövüş olduğunu söylediklerinde kalan rakiplerime baktım. Kime dişim geçer kime geçmez hesapladım. Fakat dövüşeceklerin biz değil de, sahneye çıkarılan ünlüler olduklarını anladığımda durdum. Bizden istenilen dövüşü kimin kazanacağını söylememizdi. Sahnede Adele, Yıldız Tilbe, Leonard Cohen, Burak Yılmaz, Cristiaono Ronaldo, Müslüm Gürses, Bukowski, Hasan Ali Toptaş, Bridget Bardot ve Türkan Şoray vardı. Tabloya bakınca Türkler dünyaya karşı veya dünya Türklere karşı diyebilirdiniz.

Önce yapılacak müsabakaların hepsinin sonunda kimin birinci olacağını sonra da tek tek turlar için kimlerin galip geleceğini söyledik ve notlar alındı. Ben birinci bire doksan oranıyla Müslüm Gürses olur dedim. Herkes bana güldü.

İlk yarışma dövüştü ve Türkan Şoray ile Bridget Bardot arasında oldu. Çoğumuz Bardot’ya oynadık. Nitekim öyle de oldu. Bardot olağan üstü Meme ve dudak teknikleriyle yalnızca masumiyet kartı olan Türkan Sultan’ı mahvetti. İkinci yarışma Bukowski ve Hasan Ali arasında yüz kelimeyi anlamlı cümlelerle hızlı yazma idi. Ben tahmin öne sürmedim. Eşit sürede bitirip, berabere kaldılar. Bu yüzden aralarında her şey serbest boks maçı yaptırıldı. Ben ve Marks Hasan Ali dedik. Dediğimiz de oldu. Bukowski o kadar sarhoştu ki Hasan Ali gibi zarif bir insanın karınca incitmez narin tokadıyla yerle yeksan oldu. Üçüncü yarışma Ronaldo ve Burak arasında Rus ruleti oldu. İki tabanca vardı. İkisi de kendi kafalarına dayadılar. Ben taklitler hakikatleri yaşatır düşüncesiyle Ronaldo kazanır ve Burak dördüncü turda ölür dedim. Bu işte çok iyiydim. Dördüncü dönüşte boncuk boncuk terleyen Burak öldü. Hızını alamayan Ronaldo ise tetiğe basmaya sonuna değin devam etti. Fakat ölmedi. Meğer o boş silahı seçmiş. Bu esnada salonsa heyecandan çıldırmak üzereydi. Kalp krizi geçirenler oldu, erken müdaheleyle kurtarıldılar.

Oyunların hepsi bittikten sonra puanlar toplandı ve finale Müslüm Gürses ile Leonard Cohen kaldı. Benimle Marks’ın puanları eşit, en yakın diğer rakibimle aramda beş, diğeriyle otuz beş puan vardı. Denge her an değişebilirdi çünki final yüz puandı. Ne kazanacağımı bilmiyordum, sonunda kaybedebilir ortadan kaldırılabilirdim de, fakat nedense sakindim ve mutluydum. Galiba uzun süredir üst üste kaybettikten sonra kısa sürede böyle üst üste kazanmak beni mutlu etmişti. Biraz ara verildi ve patronla bir araya geldik.

Bana sımsıkı sarılıp, bu işi başarabileceğini hissetmiştim, dedi. “Bir şey başarmış sayılmam, Henüz bitmedi.” dedim. Şefkatle gülümseyip “Saçmalama” dedi “Sen en büyük kumarı tereddütsüz arabama binerek oynadın zaten.” Tereddütsüz mü? Bilseydi genellikle ne kadar kararsız olduğumu, bu fikrinden vazgeçerdi. Bozuntuya vermedim. Biri bana iltifat edince dengemi kaybederdim, yine öyle oldu, ne diyeceğimi bir an bilemedim. Alelacele ‘’Sizin bu işten kârınız nedir?’’ diye sordum. Gülümseyerek ‘’Senin bu işten kârın nedir?’’ dedi. Sahi bu işten kârım neydi?
Niye buradaydım?
Neden o arabaya binmiştim?
Kumarsız asla yapamaz mıydım?
Bu nasıl bir tutkuydu böyle?
Yoksa acaba kumar tutkusu dediğim şey daha yüce bir tutkunun arayışı mıydı? Derinlerde saklı, unutulmuş bir yoksunluktan ötürü mü böyle varlığımı masalara sürebiliyordum? Ne yapıyordum?
Kumarbazdım, kayıptım ve daima sermesttim. Ne istiyordum? Hiçbir şey istemiyordum. Her şeyi istiyordum. Rüyada mıydım, halüsinasyon mu görüyordum yoksa uydurduğum kurmacaların içinde mi bulmuştum kendimi? Kimdim? Ser, mest Soy, lu. İsminin kaderini yaşayan bir zavallı mıydım yani? Trilyon tane soru geçti böyle kafamdan. Gözlerimi patronun gözlerine dikip ‘’Daha belli değil.’’ dedim. ‘’Kâr dörde ayrılır’’ dedi. ‘’Kısa ve uzun vadede küçük ve büyük olarak. Sen uzun bir zaman sonra bu gece yaşadığın olayların sıcaklığı azalınca, uzaktan durup bugüne bakacaksın ve göreceksin ki, senin kendine inancın eksikmiş, bu yüzden daima kaybediyordun. O hırpaniliğin ve kendinden vaz geçmişliğinle kaldırımda otururken ben sana bu inancı geri verdim. Seçilmek kim tarafından seçildiğine bağlı olarak herkesi onore eder ve neşelendirir, kişiye yaşamak coşkusu katar. Yaşamak coşkusuna sahip olan insansa kazanmaya mahkûmdur. Seni aldım, buraya getirdim, dört kapıdan geçirdim. Burada her şeyin bir anlamı var, hiçbir şey tesadüfi değil. Evren ikimizi bir araya getirdi; benim fazlalıklarım senin eksikliklerine, senin eksikliklerin benim fazlalıklarıma iyi geldi. Eksiklik yara, fazlalık ise merhemdir. Her merhem yarasını arar. Yarasını bulamayan merhem yara’ya dönüşür, bir başka yaranın ta kendisi olur. Bu yüzden fazlalık bir merhem olduğu gibi, her fazlalık da bir yaradır. Şimdi bana kârımı mı soruyorsun? Kısa veya uzun, küçük ya da büyük. Belki sadece bu, belki daha fazlası, ne fark eder? Beni boş ver, kendine odaklan.’’ Dedikleri o kadar çok kafamı allak bullak etmişti ki, ben Sermest Soylu gelişine yaşardım, bu konulardan anlamazdım. Ona bir şey demek istiyordum fakat yetersiz kalırım diye ne diyeceğimi bir türlü bulamıyordum. Sanırım endişeli biriydim. Bir yandan anlatımı, dudak ve kaş hareketleri beni öylesine etkisi altına almıştı ki, kazandığım oyunlar üstüne iltifatından olsa gerek yine kibrime yenildim ve kendimi tutamayıp ‘’Kumarı siktir et, o çocuk oyuncağı. İyi, güzel hoş konuşuyorsun da, sevişecek miyiz sevişmeyecek miyiz?’’ dedim.

Tabii, demedim. İçimde prova ettim.  Bunun yerine ‘’Finali başaramayacağımdan korkuyorum. Marks gibi bir rakibim var.’’ dedim. Dünyayı çınlatan bir kahkaha koy verip ‘’Şu tabloya bakar mısın, ikinizin de puanları eşit.’’ dedi. ‘’Ama o ölümsüz.’’ dedim. ‘’Ah, yine bir yanılsama. Unutma, Marks da ölümsüz olmazdan evvel sadece bir ölümlüydü.’’ dedi. ‘’Yani?’’ dedim. ‘’Yani kendini onun son hâliyle kıyaslama. Kıyaslamak gibi bir dalgınlıkta bulunacaksan da şunu hatırla: bir ölümsüzle yarışıyor, onunla aynı puandaysan sen de ölümsüzsün ve kazanmaya mahkûmsundur, demektir. ’’ dedi ve sarıldı. Sarılınca içime bir tazelik yayıldı. Sımsıkı sarıldı. ‘’Sen çoktan kazandın, Sermest. Gidiyorum bu.’’ dedi ve yanağımdan öptü. Gitti. Yanağımdan öptü. Sanki yanağımda bir pürüz vardı da, dudakları sürülünce geçti. Yerime oturdum.

Son etapta iki galibiyet alan şampiyon olacaktı. Ciciş Kardeşler yine sahne önündeydi ve bu sefer ellerinde bir torba tutuyorlardı. Benle Karl Marks’ın önüne gelip, yayıla yayıla bir ses tonuyla ikiniz eşit puanlarda olduğunuz için aranızdan biri bu torbadan kâğıt çekecek ve ilk oyunu belirleyecek, hanginiz yapmak ister, dediler. Ben ve Marks birbirimize, lütfen sen, lütfen sen diyerek öncelik tanımak istedik. ‘’Lütfen, ağbi, sen büyüğümsün. Önce sen çek.’’ dedim. ‘’Ne ağbisi ulan, hiyerarşiye karşıyım, bana ağbi deme.’’ dedi. Sanırım Ciciş Kardeşler’in cazibesi ona böyle şeyler dedirtiyor deyip, bozuntuya vermedim. Torbadan çektim. Kâğıtta yazan şuydu: Hülya Avşar’ı İbrahim Tatlıses gibi öpmek. Bir anlam veremedim. Karl Marks sevinçten dört köşe olmuş, salonsa ıslık alkış kıyamet yıkılmaktaydı. Kimileri aç aç aç diye bağırdı. Ciciş Kardeşler üstlerinde bikinileriyle kalıp, sahneye çıktılar. Yanlarına Müslüm Gürses ve Leonard Cohen getirildi. Yirmi beş puanlık ilk yarışma şuydu, İbrahim Tatlıses’in üstüne kitaplar yazılmış ve akademik çalışmalar yapılmış genellikle Hülya Avşar’la bilinen dünyaca ünlü Emikleyerek Öpme Sanatı’nı başarılı bir şekilde hangisi icra edecekti.

Tahminimi yapmadan önce kısa bir fikir yürütme yaptım. Cohen de Gürses de duygusal insanlardı. Fakat Müslüm içe dönük ve çekingenken, Leonard dışa dönük ve zıpır bir herifti. Müslüm çilekeş ve karamsarken, Leonard hazcı ve iyimserdi. Üstelik şiir yazıyordu ki bu onu tam bir tehlikeli kılıyordu. Şiir yazan erkeklerin cinsel iştah ve becerilerinden korkmalıydınız. Müslüm Gürses’e nazaran Leonard Cohen emikleme işinde iyi sayılabilirdi ve muhtemelen daha tecrübeliydi, zaten Batılı bir insandı. Oyumu Leonard Cohen’e verdim. Yarışma başladı ve salonda nefesler tutuldu. 2 dakika 18 saniye sonra Leonard Cohen birinci Ciciş’ten dudaklarını aldı. Ciciş kanatlanmış ve havada uçmaktaydı. Masadaki Hz. İsa istavroz çıkarıyor, Hakkı Bulut avuçlarını açmış dua ediyordu. Herkes şaşkınlıktan dilini yuttu. Birinci Ciciş kuş olup, gökyüzüne ağdı.

İkinci Ciciş ile Müslüm Gürses karşılıklı duruyorlardı. Fakat Müslüm eline mikrofonu alıp, boğuk-sakin tonuyla ‘’Demin efsane bir şey yaşadık burada. Hiçbir film, hiçbir destanda böylesi yoktur. İbrahim Tatlıses bile böylesi öpüşmemiştir. Leonart kardeşimi tebrik ediyor ve ilk etaptan çekileceğimi belirtmek istiyorum. Onun üstüne çıkılamaz, Leonart’tan sonra dudak emiklenemez. Alkışlar!’’ dedi. Tüm misafirler böylesi bir bilgelik ve dirayet karşısında hayranlıktan ayağa kalkmış, alkışlıyordu. Salonda birden ‘’Elli elli yüz, biz Müslümcüyüz.’’ ve ‘’Müslüm Baba, Müslüm Baba’’ sesleri yükseldi. Bana sorarsanız kalabalığın önünde öpüşmekten utandı da, yarışmayı kaybetmek pahasına ustaca bir manevrayla bu demeci verdi. Fakat netice itibariyle Müslüm Gürses o gün orada o tavrıyla Baba olmuştur.

İkinci yarışma için tek kalan Ciciş torbayı Karl Marks’a uzattı. Ben mi yanlış duydum, yoksa alkolün ve yoğun geçen yarışmaların artan etkisi miydi bilmiyorum ama burada yer veremeyeceğim ayıp bir diyalog geçti aralarında. Kâğıttan Marks’ın kahkahaları arasında çıkan şuydu: Süt içme. En çok şişelenmiş köy sütünü içip masaya devrilmeyen aday bu etabı kazanacak ve oynayanına yirmi beş puan kazandıracaktı. Leonard şehir çocuğudur, paketlenmiş pastörize market sütünden aşağısını içemez, köy sütü onu bozar diye düşünürken şöyle bir şey oldu Müslüm Gürses kaçmaya çalıştı. Korumalar onu kollarından tutup sahneye çıkardılar. Ödül olduğu söylenen üzeri fiyonklu Murat 131 arabanın önüne getirip, çökerttiler ve kollarını yanlara açıp iple arabanın ön tarafına bağladılar. ‘’İçmiyeceğim, nayır, nayır’’ diye bağırıyordu. Milletvekilleri, bloggerlar, sanatçılar, müteahhitler, kantinciler, bilim insanları, şarkıcılar, başkanlar ezcümle salondaki herkes deminki olgun adamın şimdiki çocuksu tavrına bir anlam veremeyip, merakla bakıyorlardı. Ne yapmaya çalışıyordu böyle? Sütten mi korkuyordu? Bu işte bir bit yeniği var, deyip oyunumu kesinlikle Müslüm’e oynamaya karar verdim. Patron kadının dediği gibi hiçbir şey tesadüf olamazdı ve benim tesadüfleri okuma biçimim buydu. Aksilikler bir fırsatın işaretçisidirler kimi zaman.

Her oyun için ayrı bir bahis de açılıyordu ve bu etapta Müslüm’ün oranı 1 e 18’ti. Bu tavırlarından sonra da bahis oranı 1’e 50 oldu. Galibiyeti sürprizdi. Yani 100 lira basarsam ve kazanırsa 5000 liram olacak manasına gelirdi bu. Şu ana kadar oynamamıştım çünki cebimde param yoktu. Ah keşke olsaydı, ah ah. Çaresizce etrafıma bakınırken, Marks neyin var ne oldu deyip halimi sordu. On liram olsaydı falan bahis oynayabileceğimi, ama param olmadığını filan anlattım. Dert ettiğin şeye bak, son param bu deyip, cebinden 20 lira çıkardı ve bana verdi. Aa Türk Parası taşıyorsunuz diyerek yine şaşkınlığımı belli ediyordum ki, kafamın içini okumuş da, işaret parmağını dudaklarımın üstüne getirip, usulca ‘Lütfen sussss ve kabul et artık. Elbette dünyaya hükmeden bir ulusun parasını bulunduracağım; Türk Lirası’nı taşımak benim için bir gururdur.’ dedi. ‘’Borç olarak alıyorum.’’ dedim. ‘’Zinhar kabul etmem. Borç değil. Para ihtiyacı olanındır. Vardı paylaştım.’’ dedi. Aldığım parayı görevliye verip, kulağına ekstradan Müslüm Gürses’e oynamasını söyledim.

‘’Kime oynadın?’’ diye sordu Marks. Gülümseyerek ‘’The Secret’’ diye yanıtladım. ‘’Elbette Cohen alacak diğ mi?’’ diye üsteledi. Şüphe taşımaksızın ‘’Müslüm Gürses kazanacak.’’ dedim. Bir kahkaha koy verip ‘’En baştaki tahmininde ısrarcısın yani. Acemi şansının da bir sınırı vardır. Tamam, şu ana kadar sürprizi buldun, fakat bu saatten sonra yemez. Baksana şu adamın hareketlerine..’’ dedi. ‘’İnsan başkalarının dediğine en çok ne zaman alınganlık ediyor biliyor musun, Marks? Kendine güveni ve inancı olmadığı zaman. Bir köpek gibi salyalarını akıtarak başkalarından onay bekliyor oluyorsun. Aşağılık bir hâl bu. İlk başta Müslüm alır dediğimde tüm salon gülmüştü. Kırılmadım değil. Alındım elbet. Ezildim. Fakat zaman beni haklı çıkardı ve kendime, sezgilerime güvenmem gerektiğini anladım. Şimdi gülüyor olmana gülümsüyorum. Müslüm kazanmasa bile önemli değil, mühim olan benim içimden geleni yapmam. Ve içimden geleni yaptım. Mutluyum.’’ dedim. O da ‘’İlk başta Müslüm alır diye düşündüm, fakat bu kaçkın hareketleri beni kaygılandırdı. Takımından memnun olmayan yabancı futbolcular gibi huzursuzluk çıkarması sanki oynamak istemediğini düşündürttü. Bana kalırsa bu etabı da Cohen alacak ve oyun bitecek.’’ dedi. Sadece ‘’Fark etmez.’’ demekle yetindim. Müslüm’ün kazanacağından o kadar emindim ki, içimde bir kelebek vadisi yer etmişti adeta, pır pır pır idim ve yerimde duramayacak gibiydim. Patron kadına dönüp, baktım. Yutkundum ve tahminimin tüm salona Müslüm olduğunu belirttim. Patron bana gülümseyip, yerine oturdu.

Cohen birinci bir litrelik şişeyi fondip yapıp ‘’Hallelujah!’’ dedi. Herkes alkışladı. İplerle bağlanmış kıvranan Müslüm ise içmemekte dirense de, yanına gelen Buddha’nın mühim çakra bölgelerine yaptığı birkaç dokunuşla inadından vazgeçti ve bir şişeyi içtikten sonra sırası olmadığı halde ikinci ve üçüncü şişeyi de çat çat çat diyerek içti ve ‘’Allah Allah, hû!’’ deyip, ipten kurtardığı eliyle ağzını sildi. Salonda çığlık kıyamet tufan koptu. Cohen de altta kalmayıp dört şişe içip geğirdi. Süt süt diye çılgına dönmüş Müslüm ise bir bidon sütü sağ kolunda bir bidonu sol kolunda hortumla birer damara enjekte ettirip bir kasa sütü de ardışık olarak dikmeye başladı. Kimse onu durduramadı. Leonard Cohen şapkasını çıkarıp, Müslüm brother’ıma saygılarımı sunuyor ve pes ediyorum, lütfen bir alkış alalım, mükemmel bir oyun çıkardı, dedi de ancak öyle durdu. Final turunda bir birlik beraberlik oluşmuştu ve kazanan son bir oyunla belli olacaktı. Aslına bakarsanız benim için gece bitmişti. Paramı alıp eve gidebilirdim. Uzun zaman sonra kazanınca insan bir an önce harcamak istiyordu. Buradan kaçmalıydım, fakat tek bir yolu vardı, o da ölmek. O yüzden final oyunu için bekledim.

Heyet kendi arasında konuşup karara vardı. Kararı bildirmek için öne elinde mikrofonla Hakkı Bulut çıktı. ‘’Leydiz ent centılmının’’ dedi. ‘’Son oyunumuzu açıklamadan önce Leyonırt Bey ve Müslüm Baba kardeşimiz birer şarkı söyleyecekler. Fakat kendi şarkılarını değil, birbirlerinin şarkılarını. Ha hay. Alkış! Alkış! Hangi şarkıyı söyleyeceklerini de alttaki yarışmacılarımız ortak kararla seçecekler.’’ diye de ekledi.

Yerli olduğum için Marks ve diğerleri Cohen’in söyleyeceği Müslüm şarkısını bana bıraktılar. Ekranda Adını Sen Koy, Haberimiz Yok ve Hangimiz Sevmedik eserleri vardı. Karar verdim. Leonard Cohen Müslüm Baba’dan ‘’Hangimiz Sevmedik’i söyledi. Çok güzel de söyledi. Ortalık bir daha bir daha sesleriyle yıkıldı. Kimileri ‘’Elli Elli Yüz, Leonart Kohencüyüz’’ diye bağırdı. İşte o an Leonard Cohen de Cohen Baba olarak geçiverdi tarihe. Müslüm Baba da Leonard Baba’dan ‘’Dance Me To The End Of Love’’ parçasını nefis yorumladı. Böyle bir gece yoktu. Bu bir masal olmalıydı. Adeta bir ziyafete düşmüştüm. Hayat güzeldi ve şimdi ölebilirdim. Mutluluktan.

Henüz hiçbir şey bitmiş değildi, çünki puanım Marks’ın yirmi beş önündeydi, fakat final elli puan değerindeydi. Kararımı tereddütsüz ve kusursuz vermeliydim. Son oyun herkeste şaşkınlığa ve heyecana yol açtı. Müslüm Gürses ve Leonard Cohen yumruk-kafa serbest, tekme yasak dövüşeceklerdi. Marks bana dönüp ‘’Sen kazandın evlat’’ dedi, ‘’biliyorum ikimiz de aynı tahmini yapacağız.’’ Üçüncü rakibimizi gösterip onun da yakın olduğunu söyledim. ‘’Yok, yok’’ dedi ‘’Bu gece ne olursa olsun tek kazanan sensin. Bütün gece senin içindi belki de. Kim bilir. Onun seni geçip geçmemesi, bilip bilmemen mühim değil artık.’’ İkimiz de Müslüm alır dedik. Hakem yedi, altı, beş, dört, üç diye geri sayarken patlamış göz kapağından sızan kan ve düşmüş dişleriyle yattığı yerden sağolun der gibi bize bakıp gülümsedi Müslüm Baba. O kadar çok süt içmişti ki, laktoz intoleransı olsa gerek aynı zamanda geğirip duruyordu. Gözümden bir damla yaş düştü. Leonard Cohen mavi köşede oturuyor, bir koşu atı gibi terlemeye devam ediyordu. Kıvançlıydı. Hakem iki dediğinde yer sarsıldı, gök gürledi, dünyanın tüm ormanları ve hayvanlarının iniltileri ortalığı kapladı. Müslüm Baba ayağa kalktı. İki elini yumruk yapmış, bağıra bağıra göğsüne vuruyordu. İmanlı bir gorili andırıyordu. Dövüş tekrar başladı. Leonard muhteşem bir oyun çıkartsa da nakavt oldu. Biz üç kişiydik. Ben ve Marks ringe koşup Müslüm’e sarıldık.

Salon usulca dağıldığında patron kadın bana yaklaşıp, elime bir anahtar verdi ve konuşmadan uzaklaştı. Bu sahnedeki Murat 131’in anahtarlarıydı. Onu tekrar görebilir miydim bilmiyordum, fakat bu muhteşem geceyi böylesi alelade kaygılarla kirletmemek de istiyordum. Akıllıca değildi. Düşünmek gelecek zamanda hatıralara doğru yapılabilinecek bir işti, şimdi yalnızca yaşamak zamanıydı. Peşinden bir süre şükranla baktıktan sonra arabaya atladım. Otomatik vites güncellenmiş bir Murat 131’di bu. Bayıldım. Arabayı çalıştırıp, yerini öğrendiğim gişeye sürdüm. Yirmi lira yatırdığım bahis ikramiyemi alıp yola koyuldum. Yirmi koyup 1000 almıştım. Gün aydınlanmak üzereydi. Açık bir market bulmalıydım. Saatte yüz yirmi kilometre hızla arabayı bağırta bağırta ilerliyordum ve güneş ufukta yükseliyordu. Bir ıslık tutturdum.

Ben oyunlar başlamazdan evvel şampiyon bire doksan oranıyla Müslüm olur dediğimde herkes bana güldü. Müslüm Gürses, Leonard Cohen’i döver dediğimde yine gülmüşlerdi! Lakin beş kilo biftek, on kasa bira ve 1000 lirayla eve dönen ben oldum. Aramızda kalsın, biftek ve biraları salondan çaldım. Hayat ne güzeldi böyle!